İktidar yeni anayasa sürecinde muhalefeti bölebilir mi? | Özlem Kaygusuz yorumladı

30.05.2025 medyascope.tv

30 Mayıs 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘’sivil anayasa’’ olarak tarif ettiği yeni bir anayasanın yapılması için hazırlık çalışmalarını başlattığını açıkladı ve bir tartışma başladı. AKP’nin anayasayı tek başına yapması mümkün değil, MHP de tek başına yetmiyor. Muhalefetten destek olur mu, nasıl olur? Muhalefet, anayasa tartışmaları nedeniyle bölünebilir mi? Tüm bu konuları siyaset bilimci, Uluslararası İlişkiler Uzmanı Doç. Dr. Özlem Kaygusuz’la konuşacağız. Hocam, merhaba.
Özlem Kaygusuz: Merhaba, Ruşen Bey.

Ruşen Çakır: Siz geçen hafta çarşamba günü Birikim’de ‘’Rejimin Otoriter Pazarlıkları ve Kürt Meselesi’’ https://birikimdergisi.com/guncel/12072/rejimin-otoriter-pazarliklari-ve-kurt-meselesi başlığıyla çok çarpıcı bir yazı yazdınız. Anayasa’ya gelmeden önce, şu ‘’otoriter pazarlık’’ kavramını ve yazıda bahsettiğiniz Türkiye'de yakın zamanda yaşanan bazı örnekleri ele alalım. Şu anda sistemin otoriter bir sistem olduğunu biliyoruz, öyle kabul ediyoruz.  Ama muhalefet de dönem dönem bir pazarlık yapıyor. Buradaki temel prensip nedir? Neye bakmamız, nasıl bakmamız gerekir?
Kaygusuz: Çok teşekkürler. Bu ‘’otoriter pazarlık’’ kavramı, aslında zaten otoriter olan rejimlerde, özellikle post-kolonyal dünyada, II. Dünya Savaşı sonrası kurulmuş devletlerde, uzun askerî diktatörlüklerin ya da sivil diktatörlüklerin, ama her koşulda tek kişi yönetimlerinin uzun süre iktidarda kalabilmelerini açıklamak için ortaya atılmış bir kavram. Ben icat etmedim öyle söyleyeyim. Ama bu kavram, özellikle 90'ların başından itibaren çok ilgi görüyor. 2000'lerde Brookings'de bir rapora konu oluyor. 2007'de bu konuda Raj Desai’nin yazdığı bir rapor var. 2009'da makaleleştiriyorlar. Bu kavram, genelde Suriye, Irak, Ürdün, İran, Çin gibi, yakın dönemde Rusya üzerine yapılan çalışmalarda kullanılan bir kavram. Ben de dersimde Mısır'la ilgili bir makaleyi okuturken, sınıfta yaptığımız bir tartışmada, özellikle yürütmenin güçlenmesi ve bu güçlenmenin gerçekten herhangi bir denetimden artık tamamen kurtuluyor olmasından kaynaklanan nedenlerle, aslında Türkiye'de de ne kadar benzer süreçler yaşandığını söyledik. Bu kavramı, ‘’otoriterleşmekte olan devletler için de kullanabilir miyiz?’’ diye düşünmeye başladım açıkçası. Ve genç bir meslektaşımla bir akademik çalışma yaptık. Şu anda değerlendirme aşamasında. Uluslararası bir yayın olmasını umut ediyoruz. Birikim’deki bu yazıyı da oradan çıkardım aslında. Zamanlaması çok uygun oldu. Ama kendimi alamadım, dediğim gibi bu, uluslararası bir makalenin bir parçası.
Şimdi buradaki otoriterleşmekte olan, yani demokrasi olup giderek otoriterleşen ülkeler için bu kavramı biz yeniden düşündük ve kavramı da bayağı geliştirdik esasında ve birtakım stratejilerin ortaya çıktığını gördük. Yani otoriterleşen ülkelerde hâlâ seçimler yapılabildiği için, bir kere bir seçmen meşruiyeti arayışı var ve bunun da iki temel zeminde elde edilmesi mümkün oluyor. Bunlardan biri, ekonomik refah dağıtıyorsunuz; tıpkı, klasik Ortadoğu rejimlerinde olduğu gibi, sermayeye bol bol kaynak, rant aktarıyorsunuz. Ama milli güvenlik söz konusu olduğunda, neredeyse bütün toplum kesimleriyle ve her siyasal spektrumun her kanadından muhalefetin, iktidarın olağanüstü pratiklerine onay verdiğini ya da sessiz kaldığını, hareketsiz kaldığını, çok sert çıkışlar yapması gerekirken bunlardan imtina ettiğini anlatan bir stratejiyle karşılaştık Türkiye örneğinde. Özellikle 2015 sonrasında. Bu, Türkiye'nin özgünlüğü aslında. Biz çalışmamızda onu vurguladık Ve 2015 sonrasında bu pazarlık kavramı üzerinden okuduğumuzda, ki hemen buraya bir parantez açmak isterim, aslında siyasetteki müzakere süreçlerine ‘’pazarlık’’ denilmesi çok nahoş bir şey ve dil gerçekliği kurduğu için medyada, siyasette bu kavramdan uzak durulması gerektiğini düşünenlerdenim. O yüzden biraz sonra belki ‘’siyasette neler oluyor?’’ diye tartışırken, ben ‘’müzakere’’ kavramını kullanacağım. Ama kavramın orijinali ‘’otoriter pazarlık.’’ 2015 sonrası Türkiye'yi okumak için bu kavramı kullandığımızda, gerçekten kavramın orijinalindeki…

Ruşen Çakır: İsterseniz oradan örneklerle gidelim. Biraz daha anlaşılır olur. Mesela benim ilk aklıma gelen örnek, Selahattin Demirtaş ve arkadaşlarının Kobani gösterileri sonrasında tutuklanması ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin, dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin anayasa değişikliği teklifine ‘’Anayasaya aykırı ama yapacak bir şey yok’’ mealindeki çıkışı çok çarpıcı bir olaydı. Oradaki temel mesele neydi? CHP burada, ‘’biz ‘evet’ demesek de nasıl olsa bunu yapacaklar?’’ diyerek mi dâhil oldu? Hâlâ gündemde olan bir konu olduğu için, bu çok çarpıcı bir örnek. Ve o günden beri de Demirtaş ve Figen Yüksekdağ içeride. 
Kaygusuz: Evet. En çarpıcı iki örnekten biri bu, biri de Kayyum Yasası. Tabii CHP'nin hangi saiklerle hareket ettiği üzerine çok uzun değerlendirmeler yapılabilir ama dönemin ruhuna baktığınızda, Mayıs 2015'te parlamentodan geçirilmiş bir İç Güvenlik Yasası var ki çok tartışmalara neden oldu. Bu İç Güvenlik Yasası’nda gerçekten artık ‘’güvenlik devleti’’ dediğimiz bir yapının bütün billurluğuyla ortaya çıktığını görüyoruz. Yargının sahip olması gereken yetkilerin, yürütme aktörlerine aktarıldığı bir yasa bu ve bu yasadan itibaren aslında Türkiye'nin gidişatı belli oluyor. Bakın, daha ne 7 Haziran seçimleri olmuş ne darbe girişimi olmuş ne iki seçim arası dönemdeki o siyasal şiddet olmuş. Ama CHP'nin tutumunu en çok belirleyen, o iki seçim arası dönemde yükselen hem IŞİD kaynaklı hem PKK kaynaklı siyasal şiddet. Bu, muhalefeti gerçekten ‘’biz bu işin altından kalkamayız’’ noktasına getirmiş olmalı ki, milli güvenliğin ancak mevcut iktidar tarafından sağlanabileceği ve uluslararası açıdan da bu iktidarın desteklendiği fikri üzerinden, bu yasaya onay verme gibi bir tutum benimsediler.
Tabii bunlar çok kritik momentler. Çünkü bu momentlerin her birinden sonra, otoriterleşme bir adım daha derinleşiyor, muhalefet bir adım daha etkisizleşiyor. Otoriter pazarlık kavramında aradığımız şu: Hukuki düzenlemeler, kurumsal düzenlemeler, bazen de pratikler üzerinde öyle adımlar oldu ki, her adımdan sonra otoriterleşme bir adım daha, bir nokta daha derinleşmiş oldu ve demokrasinin alanı bir nokta daha daraldı. Yani sadece normal siyasette değil, ekonomi politikalarında dahi, hem iktidarın keyfileşmesinin önü açıldı, hem de giderek denetlenemez ve hesap verilemez bir duruma doğru kendisini yükseltti.
Dolayısıyla otoriter pazarlığın üç temel sonucu var: Bir, muhalefeti etkisizleştiriyor. Normalde liberal bir demokraside otoriterleşmeye dur diyebilecek en etkili toplumsal güçler, ana muhalefet, diğer muhalefet partileri, sermaye aktörleri, sivil toplum örgütleri, kısmen bürokrasi. İşler yanlış yapıldığında onlar da direnebilirler ki zaman zaman bunu görüyoruz. Ve tabii ki bir de seçmen meşruiyeti önemli. Bütün bu aktörlerin, toplumsal güçlerin ve siyasal aktörlerin etkisizleşmesi söz konusu oluyor. İkincisi, toplum buna alıştırılıyor. Şimdi alıştırılma dediğimizde de normalleşme, kabullenilme gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Dediğim gibi, kritik momentlerde toplum muhalefete bakıyor. İktidarın yaptığı bir aşırılığa karşı gerekli sert yanıt verilmediğinde, sanki hiçbir şey yapılamayacakmış gibi bir fikir hâkim oluyor ve biz bu noktada toplumun ve muhalefetin gidişata entegre olduğunu görmeye başlıyoruz. Üçüncü olarak, Türkiye'de bir otoriter pazarlık zemini olarak güvenlik çok özel bir rol oynuyor. Bu teknik bir kavram olduğu için biz kavramı bu şekilde dönüştürdük ve Türkiye üzerinde dört temel otoriter pazarlık stratejisi tespit ettik. Ama tabii en etkili olan, iktidarın, sadece CHP değil, diğer muhalefet partileriyle de milli güvenlik zemininde kurduğu, onları etkisizleştiren, kendisinin de sürekli elini rahatlatan kurumsal, idari düzenlemeler ve otoriter pratikler.

Ruşen Çakır: Arada darbe ile ilgili bir şey sormak istiyorum. Bir Yenikapı mitingi oldu biliyorsunuz. Hâlâ o fotoğraf gözümün önündedir. Kılıçdaroğlu, Erdoğan, Binali Yıldırım birlikte sohbet ederler. Darbeye karşı olan o mitinge HDP çağrılmamıştı ama CHP yer almıştı. Tabii o, bir milli birlik ve beraberlik gösterisi olarak böyle sunuldu. Ama mesela Erdoğan üç dört gün sonra, darbeye örtülü bir şekilde destek vermek, darbe sırasında evinde kahve içmek gibi şeylerle, Kılıçdaroğlu'nu yine darbe üzerinden yıpratmıştı.
Kaygusuz: Burada tabii bu otoriter pazarlıkların demokratik bir pazarlık görüntüsü altında yapılması çok kritik. Bütün bu kritik düzenlemeler geçerken, iktidarın, muhalefet aktörleriyle temas içinde olması, rutin görüşmeler yapması, sanki onlara danışılıyormuş gibi bir izlenim vermesi, onları böyle bir aktör konumuna getiriyor. Sanki ‘’biz de devlet işlerinin içerisindeyiz ve gidişata hâkimiz’’ gibi. Ben de mesela sizinkine benzer bir şekilde şunu hatırlıyorum: Darbe girişiminin hemen arkasından, ilk 10 gün içerisinde bir öğlen haberlerinde geçmişti. CHP'li bir Genel Başkan Yardımcısı kameraların önünde çıktı ve dedi ki: “İktidar tarafından, yaklaşık 13-15 temel hak ve özgürlüğün Avrupa Konseyi’ne bildirilerek askıya alınması konusunda bilgilendirildik. Bizim bilgimiz de aynı şekilde. Biz de bunu gördük.’’ Muhalefet bu konuda hiçbir itirazda bulunmadı. Orada askıya alınan hak, âdil yargılanma hakkıydı. Darbe girişimiyle mücadele edilmesi tabii son derece meşru bir şey, buna kimse bir şey diyemez, ama o askıya alınan âdil yargılanma hakkı, sanki bugün Türkiye'de bazı kesimler için hâlâ askıda. Çünkü bu, olağan bir pratik hâline geldi. İstisnai olarak yaşama geçirilmesi gereken uygulamalar, pratikler ve düzenlemeler, siyasetin işleyişinde normal olağan pratikler olarak tekrar yerini almaya devam ediyor. Yani demokratik bir görünümü koruyor zaten bu üçüncü dalga otoriterleşme sürecindeki devletler, bütün toplumsal aktörlerle bir etkileşim içindeler. Ama aslında, sürekli olarak kendi siyaset alanlarını derinlemesine güçlendiren, diğer aktörlerin kendilerini frenlemesini sağlayacak her türlü kurumsal ve toplumsal fren-denge sistemlerini geçersizleştiren eylemlerde bulunuyorlar.
Dolayısıyla 2016-2018 Türkiye için çok kritik. Çünkü Türkiye 2018'den beri seçimli otokrasiye geçti. 2018'de seçimli demokrasilerin biraz altındaydı, yani birkaç seviye vardı sadece. Bugün 2024'e baktığımızda, Türkiye en alt sıralarda ve tam otokrasi kategorisine düşmek üzere. Gelmeden baktım, Varieties of Democracy Enstitüsü’nün verilerinde Türkiye 2025 raporunda hareketsiz durumda. Hâlâ seçimli otokrasi. Aşağıya doğru bir ok yok. Bazı ülkelerde yukarı aşağı hareket var. Türkiye'de hiçbir şekilde aşağı doğru bir hareket yok hâlâ. Ama bu etki yasası gibi düzenlemeler ya da önümüzdeki tartışmalarda gündeme gelebilecek bazı yasalar bu konuyu açabilir. Tabii ki bir cumhurbaşkanı adayının hâlen tutuklu bulunması da bir veri olabilir.

Ruşen Çakır: Şimdi ona geleceğiz. Arada bir tane istisnai bir olay var: Gara Katliamı. PKK, 13 Şubat 2021'de TSK’nın Kuzey Irak’ta Gara’da yaptığı operasyon üzerine, elinde rehin tuttuğu kişileri öldürdü ki bunların önemli bir kısmı, güvenlik gücü personeli, Milli İstihbarat Teşkilatı mensubuydu. Ama o öldürmenin ardından Meral Akşener’i hatırlıyorum. O zaman İYİ Parti hükümetin, iktidarın yanında durmadı ve şaşırmıştık. Çünkü bu tür olaylarda muhalefet, dış politikada bu tür güvenlikle ilgili konularda hep iktidarın yanında hizalanırdı. Ama burada öldürülenler güvenlik gücü olmasına rağmen, rehin alınmış ve kendilerini hiçbir şekilde savunma imkânı olmayan kişilerin öldürülmesi gibi daha trajik bir olayda bile, iktidarı eleştirebilmişlerdi. Bu olay o dönemde ‘’bir kopuş mu oluyor?’’ sorusunu sordurtmuş ama devamı gelmemişti.
Kaygusuz: Burada aslında kriterimiz şu: Bir yığın sembolik olay bulabiliriz. Muhalefet partileri bazen iktidarın yanında ya da karşısında yer alabilir, ama somut olarak rejimi otoriterleştiren kritik adımlar atılırken, yasal düzenlemeler yapılırken… Mesela Kayyum Yasası. Kayyum uygulaması aslında bir KHK'dır. Daha sonra Belediye Yasası’na eklenen bir maddeyle yasalaştırıldı. Bu konuyla ilgili Barolar Birliği'nin, çok daha önceden alınmış bir açıklaması hâlâ sayfasında ilgili bölümde durur. Anayasa Mahkemesi'nin, Belediye Yasası’nın bu maddesine Anayasa’ya aykırılık kararı var. Diyor ki: “Görev suçu dışında kalan suçlara doğru yürütmenin vesayetinin genişletilmesi, Anayasa’da düzenlenmemektedir.” Çünkü bu yasalar, yani yürütme organlarının yerel yöneticileri görevden alması, Anayasa’nın 127. maddesine dayanarak uygulanıyor. Alabilir, ama Belediye Meclisi’nden yeni üye seçilmesi gerekiyor. Siyasal kimlikli kişilerin atanması gibi bir yetkinin, o Anayasa maddesinden elde edilmesi mümkün değil ve dolayısıyla AYM'nin bir aykırılık kararı var. Şu anda, Anayasa’ya aykırı olduğu AYM tarafından açıklanan bir yasanın uygulamasıyla karşı karşıyayız. Bunlar çok önemli adımlar. Kimin hangi olayda iktidarın yanında durduğundan, kimin karşısında durduğundan çok, bunu şimdi DEM için de konuşacağız, çünkü ‘’DEM otoriter bir pazarlık içinde mi?’’ konusundaki kriterlerimiz bunlar.
Bir muhalefet aktörü, somut bir yasal düzenlemeyle ya da çok ciddi bir otoriter pratikle, rejimin bir aşama daha otoriterleştiğini gördüğümüz bir adımda hükümete destek olursa, evet, o zaman biz kavram olarak otoriter bir pazarlığın içinde olunduğunu söyleyebiliriz. Ama şu anda bir müzakerenin yürütülmesinin kendisi bir otoriter pazarlık olabilir mi? Akademik açıdan oraya bir soru işareti koymak zorundayım.

Ruşen Çakır: Günümüze gelmeden bir de şunu sormak istiyorum. Şimdi o defter kapandı ama normalleşme, yumuşama dönemi, gerçekten çok merak ettiğim bir konu. 31 Mart yerel seçiminin ardından, Erdoğan yumuşama dedi, Özgür Özel normalleşme dedi ve gölge bakanlar, bakanları ziyaret etti, Erdoğan Cumhuriyet Halk Partisi'ni ziyaret etti. Muhalefetin içerisinden bazıları da bunu oyuna gelmek olarak tarif etti. Bunu da sizin bahsettiğiniz ‘’otoriter pazarlığın’’ bir başka versiyonu olarak okumak çok mu zorlama olur?
Kaygusuz: Otoriter pazarlık çok uzun bir süreçte yapılan bir şey ve somut sonuçları oluyor. Dediğim gibi, partiler, gündelik siyasette stratejiler kurabilirler. Artık bazı kaynaklarda, bu kadar net ve keskin bir şekilde, ‘Türkiye'nin durumu için demokratik çöküş’ deniliyor’’ noktasına giden bir ülkede, muhalefetin birtakım stratejileri denemesinde açıkçası bir sorun görmüyorum. Çünkü ellerinde seçim ve seçimden gelen bir güç var. 2024 yerel seçimlerinin sonucunda gerçekten birinci parti hâline gelmiş bir partinin, iktidarın muhatabı olması ve onunla ilgili sembolik bir takım adımlar atması, toplum nasıl otoriter pratiklere alıştırıldıysa, kendisinin, muhalefetteki daha etkin konumu konusunda mesajlar vermesi, siyasal iletişim açısından bazı adımlar olabilir. Ama bunları otoriter pazarlık olarak değerlendirebilmemiz için, kavramın içeriği üzerinden baktığımızda, CHP'nin, mevcut iktidar koalisyonunun otoriterleştirici adımına yine benzer bir şekilde sessiz kalması, hareketsiz kalması ve onun işleyişi konusunda da sistem içi tedbirlerle yetinmesi gerekir, ki mevcut CHP bunu yapmaktan vazgeçmiş görünüyor.

Ruşen Çakır: 19 Mart bambaşka bir kırılma noktası olsa gerek. Ben açıkçası hep şöyle yorumluyorum: Erdoğan’ın, belki de siyasi kariyerindeki en büyük stratejik yanlış olduğunu düşünüyorum. Onun siyasi hayatını yakından izlemeye çalışan birisi olarak, herhalde Erdoğan yine burada bir otoriter perspektif içerisinde bir hesaplama yapmış ve bu operasyonun sonucunda, muhalefetin yine o dar alanda kalmasını hesaplamış olsa gerekir.
Kaygusuz: Çünkü çok alıştığı bir durum. Evet, ben de öyle tanımlayabilirim bu konuda. Çünkü dediğim gibi, neredeyse 2015'ten itibaren kullanılan bir iktidar tekniği bu. Hem iktidarda kalma hem de iktidarını sürekli mutlaklaştırma tekniği ve hep başarılı olmuş. Dediğim gibi sadece muhalefetle ilgili değil, diğer aktörler nezdinde de. Mesela bizim çalışmamızda bir otoriter pazarlık örneği de, aşırı dindar gruplarla yapılan otoriter pazarlık. O %2-3 oyu almak için İstanbul Sözleşmesi kaldırıldı. Oradaki vaat de muhafazakâr kimliğin, İslamcı kimliğin korunması, ailenin korunması, bütün topluma atfedilen bir kimliğin korunması. Milliyetçi bir ton değil aslında bu söylediğim. Muhafazakâr değerlerin, İslamcı değerlerin korunmasının bir güvenlik sorunu olduğu meselesi, bu kesimlerle yapılan pazarlıkta Yeniden Refah da dâhil olmak üzere, onların oyunu yanına çekti. Dolayısıyla baktığımız zaman, farklı aktörlerle uzun bir zamana yayılan stratejiler bunlar. İktidar bunda çok başarılı olduğu için 19 Mart'ı da bu şekilde kurguladı. Çok haklısınız o konuda. Ama dediğim gibi mevcut CHP artık bu tür bir sürecin içerisinde olmama konusunda kararlı görünüyor. Aslında şöyle bir karşılaştırma yapabiliriz: Bu, siyasal alanda CHP'yi zayıflattı. Şu an altında bulunduğu ağır bir baskı yaşıyor, çünkü kaç tane belediye başkanı ve yöneticisi tutuklu olarak yargılanıyorlar. Ve toplumda sanki sürekli, CHP'nin bir suç örgütü olduğu, yeni bir milli güvenlik meselesi de kurgulanmaya çalışılıyor gibi bir algı yaratılmaya çalışılıyor. Böyle bir noktada, CHP'nin zaten bunu yapması beklenmez, ama toplumsal alanda güçleniyor. Yani siyasal alanda zayıflarken, toplumsal alanda güçleniyor. DEM Parti ise tam tersine siyasal alanda güçleniyor. Yani muhalefetin iki farklı unsuru, farklı alanlarda güçleniyorlar ve artık o kadar kolay değil. Dediğim gibi, belki o noktaya geliriz, milli güvenlik artık kullanışlı bir zemin olmaktan da çıkmış görünüyor, çünkü bir barış süreci yürütülüyor.

Ruşen Çakır: Evet, nihayet buraya gelebildik. Şimdi biliyorsunuz bu süreç başladığı andan itibaren, muhalefetten özellikle CHP'ye yakın birtakım isimler ve medya kuruluşları, bunu bir Erdoğan tuzağı olarak, bu sefer HDP'yi, DEM’i karşısına alıp, CHP'yi yanına çekerek değil, aktörleri değiştirerek yapılan bir otoriter pazarlık olarak resmetmeye çalışıyorlar. Yani DEM’i alacak, Öcalan'a bir şeyler verecek, Kandil'e bir şeyler verecek, ama buna karşılık CHP'yi kriminalize edecek ve otoriterliğini böylece pekiştirecek. Böyle bir senaryo uzun zamandan beri dillendiriliyor ve yeni anayasa Erdoğan tarafından telaffuz edilince, bu konu tekrar çok daha güçlü bir şekilde dillendirilir oldu. Ne diyorsunuz bu perspektife?
Kaygusuz: Haklısınız o konuda. Dediğim gibi, CHP'nin yoğun bir baskı altına alınmış olması, ki benzer bir şekilde mesela büyük sermaye de büyük bir baskı altında şu anda. Bu iki aktör de daha önceki dönemlerde, otoriterleşme sürecinde yeterince etkili olamamış aktörler. Teknik olarak, kavram olarak baktığımızda gerçekten Türkiye'nin otoriterleşmesine dur diyebilecek adımları atma, etki yaratacak eylemleri yapma gücüne sahip iki toplumsal güç, şu anda iktidarın ciddi siyasi baskısı altındalar. Demek ki aslında kurulan o stratejilerde bir çözülme var ve yerlerine de yenisi gerekiyor. Burada DEM Parti’nin ön plana çıkmasını, yani DEM’le ilgili süreci, gerçekten ancak Ortadoğu'daki değişmelerle, değişimlerle açıklamak mümkün. Biz ekim ayında bir gün uyandık ve neden Meclis kürsülerinde Öcalan’ın Meclise gelmesi çağrısını yapan bir Devlet Bahçeli’yi gördük? Bunu gerçekten şu anda bilmek mümkün değil, belki on yıllar sonra öğreneceğiz. Ama böyle bir girişim var. Yeni bir otoriter pazarlık kurmak, milli güvenlik zemini olarak da, bir suç örgütü olarak CHP'nin belirli siyasetçilerinin belli bir çerçeve içerisine alınması. Ama bu başarılı olabilir mi, olamaz m, bunun gerçekten süreç içerisindeki aktörlerin meseleyi nasıl okuduklarına ve tutumlarına göre belirleneceğini göreceğiz. CHP ciddi bir direniş içerisinde. DEM de bu süreci en azından kamuoyu önünde kabul edilemez buluyor. Ama elimizde söylemler ve kulisler var. Bunların ötesinde bir siyasal okuma yapmak çok kolay değil.
Burada gerçekten aktörler, özellikle DEM Partililer iki şeye dikkat etmeliler diye düşünüyorum. Bir otoriter pazarlığın içine mi çekilmekteler? Ya da çekiliyorlarsa da, bu gerçekten ne kadar bir süreç içerisinde? Diğer otoriter pazarlıklar çözülürken ve biz muazzam bir ekonomik kriz içerisindeyken, aslında iktidarın güçlü olacağı bir otoriter pazarlık. Birçok kesim bunu vurguluyor. DEM Parti çeşitli uzlaşmalara gitse dahi, seçmen tabanının hükümete destek verme konusunda ciddi tereddütte olacağı söyleniyor. Bu, DEM’in elini güçlendiren önemli bir dayanak noktası aslında. Diğeri de ekonomik kriz. Oyları azalmakta olan bir iktidar koalisyonuyla karşı karşıyayız. Dolayısıyla, iktidar açısından baktığımızda daha önceki otoriter pazarlıklardakinden de farklı bir durum var. Ama evet, pazarlığın bu tarafındaki niyet belli: Hep uyguladığı bu stratejiyi yeni bir şekilde yeniden kurgulamak ve olabilirse bir dönem daha iktidarını korumak. Çünkü otoriter pazarlıklar Türkiye'de hem rejimi dönüştürdü, hem de mevcut iktidarı iktidarda tuttu. Onların rejim güvenliğini sağladı aslına bakarsanız. ‘’Milli güvenlik’’ olarak tanımlanan şey, iktidarın, iktidarda kalmasının güvenlik altına alınmış olması, ki en çok başarılan bu oldu diye düşünüyorum. Pazarlığın öbür tarafı bu tabloyu nasıl okur, onu göreceğiz.

Ruşen Çakır: Benim yazılarımı ve Mümtaz’er Türköne ile yaptığımız tartışmaları ne kadar takip ettiniz bilemiyorum ama sanki şöyle bir husus var. Mesela ben, bu son dönemde Erdoğan'la Bahçeli arasındaki en büyük farkın, Erdoğan'ın kendi bekasını, Bahçeli'nin devletin bekasını öncelediği görüşündeyim. Bundan dolayı bir ayrım olabileceğini düşünüyorum.  Erdoğan, her şeyde olduğu gibi, bu sürece de kendi iktidarını muhafaza edip etmeyeceği açısından bakıyor ve onun sınırını öyle çizmeye çalışıyor. Ama Devlet Bahçeli'nin, bir devletin, yani ülkenin bölünme tehlikesi gibi birtakım endişelerle hareket ettiği kanısındayım. Buna katılıp katılmadığınızı bilmiyorum ama, böyle bir perspektiften bakıldığı zaman, bu söylediğiniz otoriter pazarlığın temel kaygısı, iktidarı korumanın dışına çıkabilir sanki.
Kaygusuz: Aslında dediğim gibi, bütün bunları bugün izlediğimiz yerden net bir şekilde kavramak, bu konuda fikir sahibi olmak çok zor gerçekten. Ben bahsettiğiniz ayrışmanın, Ortadoğu'daki gelişmeler nedeniyle olduğunu pek düşünenlerden değilim; olmadığını düşünüyorum açıkçası. Bence şu anda Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın da en önemli önceliklerinden biri, bölgede İsrail'in gücünün, Kürtleri etkileyebilecek ve kontrol edebilecek şekilde artması. Ne olursa olsun bunu dengelemek istiyor. Şam'da mevcut hükümetin, mevcut iktidarın olmasını, Golani'nin başta olmasını ve ortaya çıkan yeni sistemin de öyle İslamcı bir sistem olmasını arzuluyor. En güçlü aktör olarak, devletin, o siyasal çevre tarafından biçimlendirilmesini istiyor. Ama aynı zamanda, Kürtlerin de Amerika ve İsrail'in etkisinde olmasından çok rahatsız oluyor. Dolayısıyla o devletin dışarıdaki meseleleri yüzünden, dış politikadaki bu hassasiyetler yüzünden, içeride Kürt siyasetinin artık terörden tamamen arındırılması, daha doğrusu bu meselenin şiddetten arındırılması, bir öncelik hâline geldi. Ben bunun iktidar nezdinde her iki taraf için çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Ama iktidarın korunması her açıdan bir çıktı. Yani iktidar her koşulda buradan güçlenerek çıkacaktır, eğer bunu başarırsa.

Ruşen Çakır: Yazınızın sonunda söylediğiniz husus çok önemli. Dün yaptığım yayında https://medyascope.tv/2025/05/29/rusen-cakir-yorumladi-dem-partiyi-cumhur-ittifakina-yamamaya-calismanin-anlamsizligi/ da o satırlarınız alıntıladım. Diyorsunuz ki: “CHP ve DEM Parti'nin bu süreçte sürekli ve kalıcı iletişim kanallarının olması, yeni anayasa süreci başlatıldığında gerek parlamentoda gerekse toplumsal alanda ortak bir zeminde hareket etmeleri elzemdir.” Bir taraftan iktidarla bir müzakere var, ama öte yandan, şu anda öne çıkan iki muhalif aktörün, ki CHP şu anda kamuoyu yoklamalarına göre birinci parti ve DEM Parti'de de bayağı bir potansiyel var, oylarının en azından %10 civarında olduğunu biliyoruz. Bunların birlikte paralel ya da eşgüdümlü hareket etmesinin çok kritik olduğunu söylüyorsunuz. Burada en önemli husus, iç güvenlik kaygısı bile, PKK silah bıraktığı andan itibaren zaten açığa düşüyor.
Kaygusuz: Kesinlikle. Hatırlarsanız, Altılı Masa döneminde masanın altında olmakla itham ediliyordu ve CHP bunu tolere ediyor deniliyordu. Mesela şimdi kent uzlaşmaları aynı şekilde kriminalize edilen bir durum. Dediğim gibi, artık bu iktidar açısından kullanışlı bir zemin olmaktan çıktı. Orayı göstererek ‘’terörle ilişkililer, terörle birlikte hareket ediyorlar, teröristlerle birlikte hareket ediyorlar’’ diyerek CHP'nin siyasi tercihlerini, seçimlerini ya da stratejilerini kriminalize etmek gibi bir olanaktan yoksunlar. Dolayısıyla bu bence gerçekten Türkiye siyasetinde büyük bir değişim. Şu anda bütün aktörleri dönüştürecek bir noktadayız, öyle söyleyeyim. Biz Türkiye'de şu anda siyasetin ray hattının değişmekte olduğu bir dönemdeyiz gerçekten. O yüzden anlamak ve analiz etmek de kolay değil. Ama şunu görebiliyoruz: Hemen hemen bütün aktörler bu süreçten dönüşerek; ya zayıflayarak ya da güçlenerek çıkacaklar. Dediğim gibi, bu çerçevede DEM Parti siyasette güçlenirken ve hem ulusal hem uluslararası düzlemde terörle ilişkilendirilmekten kurtularak meşru bir kimlik kazanacakken, -bu onlar için çok önemli. Bunu kesinlikle kabul etmek gerekir- CHP de tam tersi, hiç ulaşamadığı kitlelere ulaşıp toplumsal alanda güçlendi. Farklı stratejiler kurabilirler. Birisi masada kalabilir, diğeri toplumsal alandaki muhalefeti büyütebilir ve onun liderliğini üstlenerek onu da güçlendirebilir. Ama dediğim gibi, aralarında Türkiye'nin bundan sonraki siyasal rejiminin nereye gittiği konusunda, bence çok ciddi bir ortak hareket etme mantığı ve ilkesi olmak zorunda. Aksi takdirde, 2025 verilerine göre Türkiye tam otokrasiye düşmek üzere ve bu açıdan baktığımızda, demokratik gerileyiş içine girmiş olan ülkeler arasında çok özgün bir örnek olacak.
Türkiye’nin, yirminci yüzyılın başından itibaren parlamenter sistemi, temsil mekanizmaları, seçimli bir demokrasisi var. Batı ittifakına üye ve çok keskin bir demokratik çöküşe doğru gitti. Literatürdeki bütün temel kitaplarda Türkiye çok ayrı bir örnek olarak karşımıza çıkıyor ve bütün demokratik ilerleyiş içindeki ülkelerde muhalefetin rolü çok tartışılıyor. Türkiye'ninkini anlamış durumdayız, çözümlemiş durumdayız. Başka birçok akademisyen de bu konuda yoğun olarak çalıştılar. Ama dediğim gibi, stratejiler farklılaşabilir. Bizim, siyasette dışarıdan bazı şeyleri görerek, ‘’o, ona ihanet ediyor, onunla onun arasında rekabet var’’ demememiz, partilerin de meseleye böyle yaklaşmaması gerekiyor. Türkiye, siyasal rejiminin niteliği ve devlet-toplum ilişkileri modeli açısından, gerçekten tarihinin en büyük kırılma noktasında. Ben akademisyen olarak değil, sıradan bir vatandaş olarak aklın bunu gerektirdiğini düşünüyorum. Bunun alternatifini düşünemiyorum açıkçası. Biz buradan bunu görüyoruz, siyasal alanda da bunu mutlaka gören, her iki tarafta siyasal deneyimleri bunun için oldukça yeterli olan siyasal figürler var ve atacakları adımlar çok kritik. O ortaklı iletişim kanalını, sürekli haberdar olmayı, özellikle sonbahar aylarından itibaren bu yeni anayasa meselesini hangi zeminde tartışacağız mesela? Nasıl bir Türkiye'de tartışacağız, nasıl bir toplumsal bağlam içerisinde olacağız? Ben sıradan bir vatandaş olarak, bunları görerek hazırlıklarını yapmalarını ve bu süreci gerçekten çok ciddi bir yeni işbirliği mekanizmaları ve anlayışları, yöntemleri geliştirerek geçirmelerini bekliyorum.

Ruşen Çakır: O zaman, Türkiye pekâlâ literatürde otoriterlikten tekrar demokrasiye geçme örneği olarak da ele alınmaya başlanır umarım.
Kaygusuz: Şöyle bir vurgu da yapmak isterim: Tabii hep Türkiye'nin Ortadoğulaştığını söylüyoruz ya, yani tam otoriter pazarlık yüzünden de biz bir kere daha Ortadoğululaşmış bir toplum-devlet düzenine doğru gittik aslında. Avrupalılaşmayı tartışırdık. Türkiye bu açıdan Ortadoğu rejimlerinin içinde bulunduğu durumla anlatılan bir kavramla ele alınabilir oldu. Ortadoğu, bütün nüfusun %98’nin otokrasi içinde yaşadığı bir coğrafya. Yani en fazla otokratik rejimin olduğu bölge. Düşünün ki orada Türkiye'nin ne kadar ayrıcalıklı bir yeri ve konumu var. Baktığımızda da bütün bu üçüncü otoriterleşme dalgası içerisinde tekrar demokrasi rayına geçebilen ülkeler var. Tam otokrasiye düşen daha az, ama giderek otoriterleşen çok sayıda da ülke var. Özellikle ifade özgürlüğünün kısıtlanmasında bütün veriler alarm çanları çaldığını gösteriyor. Dolayısıyla hakikaten bu umudu korumak zorundayız. Bu umut var yani ve Türkiye'nin bunu yapabilecek siyasal birikimi, deneyimi kesinlikle var.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler, Hocam. Çok sağ olun.
Kaygusuz: Rica ederim.

Ruşen Çakır: ‘’Yeni anayasa sürecinde muhalefet bölünür mü, iktidar, muhalefeti bölebilir mi?’’ sorusunu Doç. Dr. Özlem Kaygusuz'la değerlendirdik. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler. 



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
08.06.2025 CHP’nin önündeki en ciddi engel: “Küçük olsun bizim olsun” anlayışı
01.06.2025 CHP siyasi iktidarın kızıştırmak istediği iç krizini tabanına başvurarak aşabilir
30.05.2025 Mehmet Baransu’yu hatırlıyor musunuz?
30.05.2025 Haftaya Bakış (269): Sivil anayasa tartışmaları | Kılıçdaroğlu'nun beklenen açıklaması | İnfaz yasasında gecikme
30.05.2025 İktidar yeni anayasa sürecinde muhalefeti bölebilir mi? | Özlem Kaygusuz yorumladı
29.05.2025 Günümüz Türkiyesi’nde İslamcılık ve Kürtler
29.05.2025 DEM Parti’yi Cumhur İttifakı’na yamamaya çalışmanın anlamsızlığı
29.05.2025 CHP Türkiye partisi olabilecek mi?
28.05.2025 AK Partililer niçin 19 Mart operasyonuna sahip çıkmıyor?
28.05.2025 Transatlantik: Trump Putin'i ikna edebilecek mi? | Ortadoğu'da taşlar yerine ne zaman oturacak?
08.06.2025 CHP’nin önündeki en ciddi engel: “Küçük olsun bizim olsun” anlayışı
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı